Eurovelo 15 Ren Nehri Bisiklet Turu Bölüm 6
Turun 13.
gününde, 14 Agustos 2016 Pazar günü Rotterdam hedefiyle yola çıktık. Yaklaşık
70 kilometre yolumuz var. Rüzgar azaldı. Sakin, parçalı bulutlu bir hava var.
Hızlı ve istikrarlı bir biçimde yol alıyoruz. Vuren’den hemen sonra
Gorinchem’den geçiyoruz. Kanalları, köprüleri ve binalarıyla çok güzel bir
kent. Sık sık durup fotoğraf çekiyoruz. Tabii bu da ortalama hızımızı epey
düşürüyor.
İrili ufaklı
yerleşim birimleri giderek artıyor. Burası bir sular ülkesi. Nehir, kanallar,
göletler arasında adeta dans ediyoruz. Yerleşim yerlerine girip çıkıyoruz.
Böyle olunca yolun nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan Rotterdam’a ulaşıyoruz.
Erasmus’un başkentindeyiz. Doğruca Erasmus köprüsünü bulup karşıya geçiyoruz.
Yüzlerce, binlerce bisikletli yolları ve köprüleri hallaç pamuğu gibi atıyor.
Araya gingerlı bir grup karışıyor. Bir o kadar insan kenti yürüyerek geziyor.
Nehir ve kanal kenarlarında ilginç mimarileriyle modern yapılar var. Uzun bir
aradan sonra böylesi bir insan kalabalığına karışmak tuhaf geliyor. Bisiklet
yolları çoğalıp karmaşıklaşmaya başlıyor. Google Haritalardan da yardım alıp
kamp alanını buluyoruz.
Aslında fena
bir yer değil. Ama büyük kentin kalabalığı buraya da yansımış. Resepsiyondaki
genç arkadaş neşeli ve esprili bir tip. Türk olduğumuzu duyunca İstanbul’daki
Türk arkadaşları üzerinden muhabbet açıyor. Biz çadırımızı kurarken nispeten
tenha olan kamp yeri akşama kadar tıklım tıklım doluyor. Yanımız yöremiz her
taraf çadır kaynıyor.
Duşumuzu
alıp yüklerinden azat edilmiş bisikletlerimize atlıyor doğru kenti gezmeye
çıkıyoruz. Buraya özgü tuzlu balıkların ekmekle buluştuğu bir çeşit sandviçi
bira eşliğinde mideye indiriyor, Pazar olduğu için kapalı dükkanların
vitrinlerine bakıyor, şansımıza açık bir market bulup alış-veriş için içeri
dalıyoruz. Niyetimiz kullan at mangallardan bulup kampın kuytusunda ikinci
mangalımızı yapmak. Öyle de oluyor.
Kampa dönüp
güzel bir mangal partisiyle Rotterdam’ın şerefine kadeh kaldırıyoruz. Gece
uykumuzun yarısında bir gürültüyle uyanıyoruz. Çadırın etrafı daha da dolmuş.
Hala yeni gelenler var. Araba plakalarından Fransız olduklarını anladığımız,
pazarlama işiyle uğraştıklarını tahmin ettiğimiz bir grup gürültülü bir müzik
eşliğinde yiyip içip eğleniyor. Anlaşılan bu gece bize uyku yok!
Gece pek
uyumamamıza rağmen sabah erken kalkıyoruz. Bugün 14. günümüz ve farklı bir
heyecanla doluyuz. Baden Baden’dan başlayıp iki haftadır birlikte olduğumuz,
kah ayrılıp kah kavuştuğumuz, kah yitirip kah buluştuğumuz, iyi gün neşemiz,
kötü gün dostumuz Ren nehrini, buradaki adıyla Waal’i bugün Hoek van Holland
adı verilen noktadan Kuzey Denizi’ne emanet edip kendisiyle vedalaşacağız. Yol
boyu tabelalarda hep aynı noktanın adını gördüğümüzden herhangi bir yanlış yöne
sapmadan hızlı biçimde hedefimize ilerliyoruz.
Denize
yaklaştıkça Waal’in kolları çoğalıyor, genişliği artıyor. Öğlen saatlerinde
beklenen an geliyor ve Ren/Waal-Kuzey Denizi birleşme noktasına varıyoruz. Burası
uzunca, mendirek gibi bir yer. Hava güneşli ve güzel. Etraf oldukça kalabalık.
Gezenler, yürüyüş yapanlar, balık tutanlar, bisiklete binenler. Sağ tarafta
Kuzey Denizi kumsalı göz alabildiğine uzanıyor. Mendireğin solunda ise Waal
birden deniz oluveriyor. Bu kavuşmayı şaşkınlık ve hayranlıkla izliyor, bol bol
fotoğraf çekiyoruz.
Buralarda
nehrin derinliği epey fazla olmalı ki büyük yolcu gemileri içlere kadar girip
demirlemiş. Aslında Ren Nehri Turu teknik olarak burada bitiyor. Bunu kendimize
dondurma ısmarlayarak kutluyoruz. Ama daha Amsterdam öncesi bir konaklamamız,
sonra da bu büyük kentte geçireceğimiz iki günümüz var. Bize iki hafta boyunca
yoldaşlık eden sevgili nehrimize veda edip tekrar yola koyuluyoruz.
Den Haag’ı
geçip Vlietland’da kalacağımız kamp yerine ulaşacağız. Coğrafyada belirgin
değişiklikler var. Yer yer daha kuru, daha ağaçsız bölgelerden geçiyoruz.
Rüzgar bize eşlik ederken kendisini hissettiriyor. Den Haag’a girerken yollar
da karışmaya başlıyor her büyük kentte olduğu gibi. Bisiklet yolları
geliş-gidişli olmaya başlıyor. Yol ararken hem karşıdan hem de arkadan vızır
vızır gelip geçen bisikletlilere dikkat etmek gerekiyor. Buradaki bir sıkıntı, hafif
motorlu (vespa, mobilet benzeri) taşıtların da bisiklet yollarını
kullanabiliyor oluşu. Bisiklet ve hafif motorların hızları ve dolayısıyla
kullanım karakterleri birbirinden çok farklı olmasına rağmen aynı bisiklet
yollarını kullanabiliyor oluşları gerçekten de şaşırtıcı. Bu durum Amsterdam
için de geçerli olduğu için alışmamız gerekiyor.
Sonunda
Google Haritalara başvurmak zorunda kalıyoruz. Nurhan tek eliyle telefonu tutup
diğer eliyle hayli yüklü bisikleti belli bir hızın altına düşmeden kullanarak
sürüş becerileri konusunda kendini aşıyor. Ama sonunda kamp yerini eliyle
koymuş gibi buluyor. Ben arkasından giderken oldukça rahat bir sürüş yapmanın
keyfiyle etrafı bile seyredebiliyorum.
Kamp yerimiz
aynı zamanda bir su sporları merkezi. Yan yana göllerden, kanallardan oluşan
harika bir yer. Rotterdam’ın kalabalığından sonra, ağaçlar arasında sakin bir
sığınak gibi. Her zaman olduğu gibi çadırımızı kuruyoruz ve ben yakınlardaki
yerleşim yerinde market bulmak üzere bisiklete atlıyorum tekrar. Kamp yeriyle
kasaba arasında kanalları, köprüleri ve ağaçlık alanlarıyla rüya gibi yerlerden
geçip markete ulaşıyorum. Alış-veriş sonrası da aynı güzergahtan geçecek
olmanın heyecanıyla doluyum. Böyle bir yerde alış-verişe gidip gelmek bile
mutluluk kaynağı. Benim yokluğumda Nurhan da çamaşır yıkamış. 4 Euro yıkama, 2
Euro da kurutma için harcamış. Kaldığımız yere ise 16.5 Euro veriyoruz. Akşama
piknik masamızda yine ziyafet var.
Bugün
turumuzun 15. günü ve hedefimiz son durağımız olan Amsterdam. Bir yandan turun
sona yaklaşıyor olmasının hüznü, diğer yandan Amsterdam’ı görecek olmanın
heyecanı var. Karmaşık duygular içindeyiz. Buradaki kampingde tanıştığımız dört
kişilik aile de Amsterdam’a gidiyor. İki adet son model tandem bisikletleri var
ve anneyle kız birini, baba ile oğlan diğerini kullanıyor. Eurovelo yollarını
turlamanın ilginç bir yöntemi.
Bisiklet
yolu genellikle kanalların kenarından gidiyor ama çok sayıda kanal olduğundan
doğru yolu bulmak için dikkat kesilmek gerekiyor. Kente yaklaşınca yine Google Haritalara
başvuruyoruz. Bu kez görev bende. Hızla akan bisiklet trafiğinde tek elle
bisikleti kullanırken diğer elde telefon yolları takip etmeye çalışıyorum. Biraz
zor oluyor ama sonunda Amsterdam’daki evimiz Zeeburg Kamping’e ulaşıyoruz.
Bisiklete bir telefon tutacağı alıp bağlamak artık şart oldu.
Tahmin
ettiğimiz gibi kamp yeri çok kalabalık. Ama beklediğimizden daha temiz ve
organize bir işletme. Duş ve tuvaletler düzenli olarak temizleniyor. İçinde
küçük ama çeşidin bol olduğu bir market var. Telefon şarjı vb. için bir çok
bağlantı noktası hazırlamışlar. Gelin görün ki çadır kurmaya izin verilen
alanlar tıklım tıklım dolu. Baştan aşağı iki kez dolaşıyor, bazı yerlere kurma
girişiminde bulunuyor ama vazgeçiyoruz. Alanı son kez gezerken bungalov benzeri
tekerlekli kulübeleri ve aralarındaki bomboş çim alanları keşfedince çadırı
kuracağımız yer de kesinleşmiş oluyor. Burası gerçekten harika, daha hiç
keşfedilmemiş. Bizden başka tek bir çadır bile yok. Doğrudan göle bakıyor.
Zemin çim, temiz ve düzenli. Hemen çadırımızı kuruyor ve kampa yerleşiyoruz. Bu
akşam için yiyecek malzememiz var.
Duşumuzu
aldıktan sonra ortak alandaki masalardan birisini çilingir sofrası haline
getirip kuruluyoruz. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği ve çocuğuyla her telden
kamp sakini bitmek bilmez bir devinim içinde dolaşıp duruyorlar. Kimsenin
kimseye bir zararı yok. Ne kavga ne gürültü, ne karışan ne görüşen var. Bisikletli
kadar, hatta belki daha fazla sırt çantalı yürüyüşçüler, serüven meraklıları,
gezginler, gençlik grupları, Amsterdam’ın kendine özgü özgürlük ortamında ot
çekip kafayı bulmak isteyenler, arabesk nameler eşliğinde işini yapan kamping
çalışanı Türk gençleri, dans edenler, alemciler, nedensiz gülenler, aileler,
komünal gruplar, yalnız kurtlar, sevgililer, sevgili arayanlar ve daha niceleri
aradıklarının peşinde, kendilerini mıknatıs gibi çeken bu kentte, bu kentin bir
kamp yerinde tesadüfen buluşmuş, paylarına düşeni alıyorlar.
Yan masada
kalabalık bir Alman genç kız grubu neşeli bir gürültüyle yemek hazırlıyor, bizden
şarap açacağı isteyip şaraplarını içiyor, birbirlerine takılıp mavra
yapıyorlar. Onlara takılmak isteyen oğlanlar masayı kesip konuşma fırsatı
kolluyor. Uzunca masamıza bizden izin alıp 17-18 yaşlarında iki genç kız
oturuyor. Fien ve Rene. Belçikalılar. Ülkelerinden buraya otostopla gelmişler.
Yollarına aynı şekilde devam edecekler. Lise eğitimlerini bitirdikten sonra
üniversitede birisi engellilerle çalışmaya yönelik, diğeri de Arap diliyle
ilgili bir bölüm okumak istediklerini söylüyor. Bizi oraya getiren macerayı dinledikçe
şaşırıyor, daha önce bizim gibi Türklerle karşılaşmadıklarını söylüyorlar. Biz
onları Belçika’daki Valon-Flaman çelişki/çatışkıları üzerinden sorgularken
onlar bizi Türkiye’ye ilişkin bölünmüşlüklerle sıkıştırıyorlar. Bu yaşta büyük
bir özgüvenle atıldıkları serüven, olgunluk ve içtenlikleri de bizi şaşırtıyor.
Dostça bir tarz ve birbirini anlamaya yönelik bir biçemle koyulaşan sohbet,
onların, Amsterdam’ın dayanılmaz çekimine, bizimse çadırımızın uyku ve dinginlik
dolu davetine kapılmamızla son buluyor. Birbirimize iyi şanslar diliyoruz. Kim
bilir, gecesine 19 Euro verdiğimiz bu kampingde felekten belki bir gece daha
çalarız.
Turun 16.
gününü Amsterdam’ı gezmeye ayırdık. Kamp alanından kente gidiş-geliş ve kent
içi alınan yol dahil 43 kilometre yapmışız. Özellikle kent içi yollarda Google
Haritalar çok işimize yaradı. İrili ufaklı birçok bisiklet mağazasına girip
çıkıyor, bisikletlere, aksesuvarlara, bisiklet giyimiyle ilgili malzemelere
bakıyoruz. Euro fiyatlarını Türk lirasına çevirince her şey çok pahalı geliyor.
Sonunda kendimizi Amsterdam Decathlon’da buluyoruz. Kampta sorduğumuz çocuklar
da zaten oraya gitmemizi önermişlerdi. Ufak tefek bir şeyler alıp yola devam
ediyoruz. Günlerden Çarşamba, hafta içi. Ama kent merkezi çok kalabalık. Üstüne
üstlük, birçok yol ve kanalda bakım çalışması var. Bir yerden bir yere gitmek
zaman zaman zorlaşıyor. Ajax’ın stadı Arena’yı ve çevresindeki alış-veriş
yerlerini geziyoruz. Merkezdeki parklarda çimlere yayılıyor, bol bol fotoğraf
çekiyoruz. Kanallara nazır güzel bir kafede harika biralar eşliğinde karnımızı
doyuruyor, ardından sokaklara yayılmış, bit pazarı benzeri yerleri geziyoruz.
Turun başından beri ilk kez, bir kampingden başlayıp, belli bir süre yol alıp,
belli bir zamana kadar bir başka kampinge ulaşmak gibi bir zorunluluğumuz yok.
Akşam bir önceki gece kaldığımız yerde kalacağız ve bizi bekleyen kurulu bir
çadır ve hazır bir düzen var. Bunun tadını çıkarırcasına bisikletle kentin
altını üstüne getiriyoruz. Akşam kampinge döndüğümüzde yeni gelenlerle ortamın
giderek daha da kalabalıklaşıp şenlendiğine tanık oluyoruz. Duşumuzu alıp
yemeğe oturduğumuzda Amsterdam dedikodularıyla bize eşlik ediyor.
Bugün
turumuzun 17. ve son günü. Önceden yaptığımız plan uyarınca toplanıp kampingden
yaklaşık 20 kilometre uzakta, havaalanı yakınlarındaki İbis otele yerleşeceğiz.
90 Euro ödeyeceğimiz otelde son hazırlıklarımızı yapıp ertesi gün öğlen
saatlerindeki uçuşumuza yetişeceğiz. Geze geze kenti bir uçtan diğerine
geçiyor, gerektiği yerlerde durup son alış-verişlerimizi yapıyoruz. Otele
varınca ilk öğreneceğimiz konu otelin havaalanı servisini bisikletlerimizle
kullanıp kullanamayacağımız. Resepsiyondaki görevliler servis sorumlularıyla
görüşüp olumsuz yanıt veriyorlar. Kutular içinde paketlenmeden bisikletleri
otobüslere alamıyorlarmış. Böylelikle bisikletleri otelde ambalajlayıp ertesi
gün havaalanına servisle gitme planımız suya düşüyor. Belki de böylesi daha iyi
oldu. Uçaktan iner inmez bisikletle başladığımız tur neredeyse uçağın kapısına
kadar bisikletle devam edip bisikletle noktalanmış olacak. Google hazretlerinin
yardımıyla otel yakınlarındaki yapı marketlerini sorguluyor, 5 kilometre
ötedeki Gamma yapı marketini gözümüze kestiriyoruz. Gelirken yaptığımız gibi
bisikletleri sarıp sarmalayacağımız hava kabarcıklı naylon ambalaj malzemesiyle
paket bandı alacağız. Yaşasın! Bisiklete binmek için yeni bir bahane çıktı! Gamma’yı
elimizle koymuş gibi buluyor, 20 Euro harcayarak gerekli malzemeleri alıyoruz.
Dönünce, otel odasında mini buzdolabı olmadığından aşağıdaki büyük buzdolabına
konmak üzere resepsiyondaki görevlilere teslim ettiğimiz ve içinde güzel
yiyeceklerle biraların olduğu torbamızı alıp odada küçük de olsa çilingir
sofrasını hazırlıyoruz. Alışık olmadığımızdan bu kadar rahatlık biraz tuhaf
geliyor. Duş, tuvalet, rahat yataklar, eşyalar hepsi elimizin altında. Keyfini
çıkarıp ertesi gün bizi bekleyen uzun ve yorucu dönüş yolculuğuna enerji
biriktiriyoruz.
18. günümüze
hayli dinlenmiş bir şekilde uyanıyoruz. Uzun ve zorlu dönüş yolculuğuna sağlam
bir kahvaltıyla başlamak iyi olacak. Kahvaltı sonrası eşyaları toplayıp uçak
yolculuğuna hazır hale getiriyoruz. Otelden ayrılıp havaalanı yoluna
çıktığımızda, 18 gündür altyapısıyla adeta bir bisiklet uygarlığına evrilmiş olan
bu topraklardan, iki teker üzerinde ülkeler geçtiğimiz yaşam biçiminde
ayrılıyor olmanın hüznünü iliklerimize kadar hissediyoruz. Bisikletin günlük
yaşamın ana unsurlarından olduğu bu yerleri çok özleyeceğimizi biliyoruz. Bu
duygularla düştüğümüz yolda, havaalanına kadar olan yaklaşık 6 kilometre hiç
bitmesin diye yavaşça ve sakince basıyoruz pedallara. Keşke yakalanacak bir
uçak olmasa! Havaalanı bölgesine girince sakin bir köşe arıyoruz
bisikletlerimizi paketlemek için. Ancak Schipol oldukça hareketli, bir panayır
yerini andırıyor. Yan yana iki adet bank buluyor ve hemen konuşlanıyoruz. Her
milletten, her dilden, her cins ve ırktan insanların bir aşağı bir yukarı
hareket halinde olduğu yerde biz de malzemeleri çıkarıyor, tıpkı gelirken
yaptığımız gibi, bizi üç haftaya yakın bir süredir hiçbir arıza çıkarmadan,
lastik patlatmadan, adete gık demeden taşıyan sevgili bisikletlerimizi özenle
paketlemeye başlıyoruz. Çevredeki insanlardan bazıları ilgiyle izliyor nasıl
yaptığımızı. Yaklaşık bir saatte her iki bisiklet de uçağa teslim edilmeye
hazır hale geliyor. Bagajlarımızı da ayarladıktan sonra büyükçe bir taşıma
arabasına her şeyi yükleyip havaalanı labirentinin içine dalıyoruz. Schipol
Havaalanı oldukça büyük. Bir yerden bir yere gitmek epey zaman alıyor. Neyse ki
sorunsuz bir şekilde tüm işlemleri hallediyor ve uçağımızı beklemeye
başlıyoruz. Amsterdam’dan kalkış biraz gecikmeli oluyor. Ama yolculuğun geri
kalanında herhangi bir sorun yok. İstanbul’a inince Ankara’daki havaalanı
transfer bağlantımızı arıyor ve yaklaşık iniş saatimizi bildiriyoruz.
Bisikletleri ve diğer eşyalarımızı sorunsuz teslim alıyor, bizi karşılamaya
gelen minibüse kendimizi atıyoruz. Evdeyiz!
Sonsöz
İsviçre’de,
Toma gölünden Almanya’nın Baden Baden kentine kadar olan bölümü yapmamış olsak
da Eurovelo 15 gerçekten de harika bir rota. Ren nehrinin toplam uzunluğu 1200
kilometre civarında ve Eurovelo 15’in uzunluğu da yaklaşık bu kadar. Bizim
seçtiğimiz bölümün uzunluğu ise aslında 700 kilometre civarında. Ancak zaman
zaman kaybolduğumuzdan, çoğu zaman da çevre gezisi, alış-veriş vb. nedenlerle
ekstra yol kat ettiğimizden turu bitirdiğimizde yaklaşık 1050 kilometre yol
yapmış olduk. 2 otel, 1 bungalov ve 14 çadır olmak üzere toplam 17 gece
konaklamaya iki kişi toplam 370 Euro ödedik. Gidiş-dönüş uçak biletleri kişi başı 750 TL
civarında tuttu. Yeme-içmeyi ve diğer harcamaları da katarsak 17 gecelik
Eurovelo 15 bisiklet turu kişi başı yaklaşık 700 Euroya maloldu diyebiliriz.
Her şey dahil günlüğü 40 Euroya Avrupa gezisi. Hem de bisiklet sayesinde
neredeyse karış karış. Ne dersiniz? Hiç fena değil, değil mi?
Bir başka
turda görüşmek üzere…
Yorumlar
Yorum Gönder