Eurovelo 15 Ren Nehri Bisiklet Turu Bölüm 2





Turumuzun 1. gününde gümrükten herhangi bir sorun yaşamadan kolayca geçip bisikletlerimizin ambalajlarını açabileceğimiz ve bagajlarımızı bağlayacağımız bir köşe buluyor, alet çantamıza erişip hızla işe koyuluyoruz. Bütün gece hiç uymadık ve saatler boyu havaalanlarının koşturması ve uçuşlar sırasında da uyuyamamanın baskısına göğüs gerip hedefimize vardık ama yorgun ve uykusuzuz. O yüzden ilk günkü etabı oldukça kısa tutmuş ve havaalanından yaklaşık 15-16 km ötede bir kamp yeri ayarlamıştık.

Her şeyi hazır ettikten sonra işte nihayet yollardayız. Uzunca bir süre ne araba ne uçak ne trafik ve park yeri sorunu ne hava kirliliği ne gürültü ne de yaşamın o bıktırıcı keşmekeşiyle uğraşmak zorundayız. Bütün işimiz pedallara basmak, güvenli bisiklet yollarında giderken etrafı izlemek, fotoğraf çekmek ve kamp yerine yakın alışveriş edilebilecek yerleri belirlemek. Böylesi bir uçarılıkla çevirdiğimiz pedalların sonucunda vardığımız kamp yerinde mutluluğumuz bir kat daha artıyor. Çünkü içinde bir de gölet olan yemyeşil bir alan burası. Rastatt yakınlarında FreizeitParadies kamp alanındayız. Hemen çadırımızı kuruyor, duş alıp yerleşiyoruz. Marketten aldığımız atıştırmalıkları güzel biralar eşliğinde mideye indirip göl etrafında yürüyüşümüzü de yaptıktan sonra yatmaya hazırız. Uykusuzluk ve yorgunluktan halüsinasyonlar görmeye başladık çünkü!

2. günümüzde iyi bir uyku sonrası dinlenmiş ve zinde bir şekilde erken kalkıp çayımızı demliyor, önceki gün marketten aldıklarımızla güzel bir kahvaltı ediyoruz. Öğlen molasında yiyeceklerimizi de hazırlayıp çadırı topladıktan sonra bagajlarımızı bisikletlere yüklüyor ve saat 9.30 gibi pedal basmaya başlıyoruz. Bugünkü hedefimiz Mannheim-Karlsruhe arasında yer alan Speyer yakınlarındaki kamp yeri Campingplatz Freyersee. Yaklaşık 70 kilometrelik yolumuz var. Önümüzdeki iki hafta boyunca bu rutinimizde pek bir değişiklik olmayacak: Çadırı topla, malzemeleri bisiklete yükle, yol al, akşamüzeri kampa var, eşyaları indir, çadır kur, duş al, yemeği hazırla, şarap ya da bira eşliğinde akşam yemeği keyfi yap, temizliği hallet, dişini fırçala, hazırlan ve yat. Tabii bu döngünün arasına, yepyeni yerler görecek ve keşfedecek olmanın heyecanını, yolu bir kaybedip bir bulacak olmanın iniş-çıkışlarını, her güzel görüntü ve anı ölümsüzleştirme çabasıyla fotoğraf çekme telaşını, dünyanın her yerinden yeni insanlarla tanışma fırsatlarını da eklemek gerek.

Öğlen yemeğimizi yemek üzere yolun hemen kenarındaki ormanlık alana girip piknik yapalım diyoruz ama girmemizle çıkmamız bir oluyor. Tam bir sivrisinek yatağı olan vadiden kendimizi yola atana kadar epey bir şişleniyoruz. Neyse ki yol kenarları çim alanlarla dolu, piknik keyfimiz yarıda kalmamış oluyor. Yemek sonrası yer yer işaretsiz ve karışık yollarda rotamızı kaybetmeden ilerlemeye çalışıyoruz. Kente girişte merkezi alanlardan birine yerleştirilmiş bir harita sayesinde kalacağımız kampingi elimizle koymuş gibi buluyor ve hemen çadırımızı kuruyoruz. Yakındaki büyük marketlerden alışverişi hallettikten sonra derhal mayolarımızı giyiyor, kenarına çadırımızı kurduğumuz gölün serin sularına atlıyoruz. Aslına bakacak olursanız bu kampingi, açıklardaki salı ve kumlu sahiliyle bir plaj gibi düzenlemişler. 70 kilometre bisikletten sonra tatlı suda yüzmek harika hissettiriyor doğrusu. Gel gör ki gölün karşısında koca bir nükleer enerji santrali o sevimsiz betonarme yapısıyla keyfimize meydan okuyor adeta. Neyse ki Almanya’nın faaliyetine son verdiği santrallerden birisi olduğunu öğrenip rahatlıyoruz. Almanya’nın alternatif enerji kaynaklarını hızlı bir biçimde geliştirdikçe nükleerden vazgeçmesiyle Türkiye’nin nükleeri, her türlü uyarıya rağmen, yeni yeni keşfedip uygulamaktaki inadı arasındaki çelişkiyi iliklerimize kadar hissedince rahatlamamız son buluyor. Duşumuzu alıp çadır alanına dönüyoruz. Yan komşumuzun badminton raketleriyle topunu ödünç alıp açık havada kısa bir badminton antrenmanı icra ettikten sonra soframızı kurmaya, müzik eşliğinde akşam yemeğimizi yemeye hazırız.

Turdaki 3. günümüzde güneşli bir güne uyanıp her zamanki hazırlıklarımızı yapıyoruz. Rota planlarını bir kez daha gözden geçirdikten sonra yola koyuluyoruz. Bugünkü hedefimiz Ludwigshafen üzerinden Worms. Orada bir kano kulübünün kamp yerinde konaklayacağız. Kent dışına çıkınca önceki gün iyi dinlenmiş olmanın enerjisi, sabahın taze havası ve yeni bir güne yine bisikletle başlıyor olmanın sevinciyle kolayca bulduğumuz yollarda rüzgara doyasıya eşlik ediyoruz.  Ren bir görünüp bir yok oluyor. Kaybedince üzülüp, kavuşunca çocuk gibi sevindiğimiz bir yol arkadaşı, güvenilecek bir dost artık ağırbaşlı bir bilgelikle akan bu koca ırmak. Onun kenarından giderken farklı yollara sapıp kaybolma derdimiz yok. Çevremizdeki güzelliklerin farkına daha çok ve daha derinden varabiliyoruz bu yüzden. Ama özellikle kent giriş-çıkışlarında doğru rotayı bulma konusunda sorun yaşayabiliyoruz. Çeşitli sanayi ve sosyal tesislerle Ren’e vurulan prangalar, bizi, ondan kopup kent içi yollara, zaman zaman ara sokaklara girmeye zorluyor ve böyle durumlarda ana rotayı tekrar bulmak pek de kolay olmuyor.

Ludwigshafen’da da aynen böyle oldu. Bir süre kentin labirentinde dolaşıp durduktan, birçok kişiye yol sorduktan (bisikletçilerden başka pek bilen de yok) sonra endüstri bölgesinden geçip sıradan bir sokağa dönüyoruz. Hiç öyle görünmüyor ama meğerse bu bizim harikalar diyarına açılan tavşan deliğimizmiş. Sıkıcı kent caddelerinden koyu, yeşil bir ormana bu kadar hızlı ve umulmadık bir biçimde geçivermiş olmanın uçarı şaşkınlığıyla kilometrelerce süren bir yeşil denize dalıyoruz. Sanki doğu Karadeniz ormanlarında, yaylalarında, kesintisiz bir bisiklet yolundayız, durmamacasına gidiyoruz! (Kulağa hoş geliyor değil mi). Bu arada bulunduğumuz coğrafyanın yaklaşık 51 enlem derecesiyle, 42 derecelik Karadeniz’den epey kuzeyde olduğunu anımsatalım.

Worms’a varınca kano kulübünü aramaya başlıyoruz. Kulübü bulmak pek zor olmuyor ama giriş kapısını keşfetmek öyle her bisikletçinin harcı değil. Her yerden, kapalı havanın da etkisiyle, kasvetli bir terkedilmişlik fışkırıyor. Bir ara “acaba tesis kapalı mı” endişesiyle yeni bir yer aramayı bile düşünüyoruz. Neyse ki sonunda kilitli gibi görünen giriş kapısını bir biçimde açmayı başarıp içeriye giriyoruz. Etrafta hiç kimse yok. Kamp alanı yemyeşil fışkıran gür bir çimle kaplı. Hemen yanımızda Ren usulca akıp gidiyor. Nereye çadır kuracağımıza bakınırken kampın yöneticisi kulübe tarzı bir yerden çıkıp geliyor. Adam Hollandalı, karısı ise Alman. Çok cana yakın ve yardımseverler. 12 Euro ücret vereceğimiz kamp alanında, başlayan yağmur altında hemen çadırımızı kuruyor, çardak altındaki mangalı kullanma sözü alıyor, yükümüzü indirip hafifleyen bisikletlerimizle doğruca en yakın alış-veriş merkezine pedal basıyoruz. Malum, her yer erkenden kapanıyor, elimizi çabuk tutmamız gerekiyor. Yüksüz bisiklete binmek ne güzelmiş! Yakacağımız mangalın hayaliyle iştahlı bir alış-verişten sonra kampa dönüp hemen yanıbaşımızdaki kulüp binasında duşumuzu alıyoruz. Akşam yemeğimizi de, açık havada mangal yapma keyfinden vaz geçip mangalda pişirdiklerimizi içeriye taşıyarak, orada yiyeceğiz. Feci bir sivrisinek saldırısı altındayız çünkü. Hollandalı ev sahibimiz özellikle Temmuz ayında çok yağış olduğunu, kamp alanının neredeyse 20 cm. su altında kaldığını, bunun da sivrisinekler için çok elverişli bir ortam yarattığını anlatıverdi bir çırpıda. Neyse ki kulüp binası var!

Mangalımızı yakıp üzerini dolduruyoruz. İçerdeki masayı donatıp buz dolabında soğutulmuş biralar eşliğinde geçirdiğimiz 70 kilometrenin değerlendirmesini yapıyor, ertesi günün rotası hakkında konuşuyoruz. Dışarda ince bir inatla yağan yağmur dingin bir sabırla akan Ren’e karışırken yaklaşan uykunun kucağında günün tüm yaşanmışlıklarını harmanlamaya hazırlanıyoruz.  












Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Meril Çiğdem Durmuş Anısına

Eurovelo 15: Ren Nehri Bisiklet Turu

NEDEN BİSİKLET?